Müslüm Üzülmez
“İğrenç köle,
Kötülükle öyle donanmışsın ki,
İyilik damgası tutmuyor üstünde.
Sana acımıştım; elimden geleni yapmıştım
Konuşturabilmek için seni;
Her saat yeni bir şey öğretmiştim.
Sen ki, vahşi yaratık,
Kendi söylediğini anlamazdın bir zamanlar;
Hayvanlar gibi geveler dururdun.
Aklındakini anlatabilesin diye
Kelimeler verdim ben sana.
Ama öğrendiklerin hep boşa gitti;
Öyle bir hainlik varmış ki soyunda,
İyilikten anlamadın bir türlü.” (s.35-36)
William Shakespeare’in Fırtına(1) adlı eserini yıllar önce okuduğumda farkına varmamıştım; yakın zamanda Orhan Koçak’ın Ataç, Meriç, Caliban, Bandung/Evrensellik ve Kısmilik Üzerine Bir Taslak(2) adlı eserini okuyunca Fırtına’da sömürgecilik olayının çok ustaca üstünün örtülerek gizlendiğinin farkına varabildim.
Demek ki bir eseri zaman ve mekân bağlamından kopuk okuduğumuzda başka, bağlamında okuduğumuzda ise daha bir başka şey anlayabiliyoruz. Tabi örtük olanın farkına varamayışımda Shakespeare’in muhteşem şöhretinin ve usta anlatımının da bunda payı var. Dahası, analitik düşünmediğimizde, olay ve olgulara Batılıların gözlüğüyle baktığımızda onların görmemizi istediği şeyleri görür ve farkında olmadan Batı’nın istediği şeyleri algılar oluruz. Benim ilk okumam da böyle olmuş galiba.
William Shakespeare (d. 1564-ö.1616) İngiliz’dir. Şair, oyun yazarı ve oyuncudur. Fırtına’yı ölümünden 5 yıl önce yazmıştır (1611). En son oyunu/eseri olduğu söylenen bu eserinde gizlenen sömürgecilik olayını anlayabilmemiz için Shakespeare’in yaşadığı döneme iyicene bakmamız lazım.
Konuyla alakalı olarak Harvard Capital Group adlı yatırım bankacılığı firmasının kurucusu ve başkanı William Knoke tarafından 1996’da kaleme alınan “Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Bir Yol Haritası” diye sunulan Amerikan egemen düşüncesinin ürünü Cesur Yeni Dünya(3) adlı kitaptan bir belirlemeyi aktarmak istiyorum:
On beşinci yüzyılda, denizcilik teknolojisi gelişti. Rüzgâra karşı yol almayı mümkün kılan gergin yelkenlere ve sağlam küreklere sahip, denize dayanıklı büyük gemiler inşa edildi. Matematikçiler rota tabloları hazırladılar, ustalar da gelişkin mesafe cetvelleri, yıldız ölçekleri ve pusulalar gibi yeni aletler ürettiler. “Bunu izleyen Keşifler Çağıyla, […] Avrupalı denizciler sadece otuz beş yıl içinde Afrika’nın çevresini dolaştılar. Amerika’yı keşfettiler ve tüm yer küreyi kat ettiler. Yeni olanaklar sayesinde Avrupalılar güçlerini bütün gezegene yaydılar. Yirminci yüzyılın başına kadar geçen beş yüz yıl içinde Avrupa, dünya topraklarının yüzde 84’ünü kontrolleri altında tutan yirmi beş güçlü ulusu barındırır hale geldi.” (s.32)
Her şey işte bu belirlemenin içinde saklı. Kısacası, Avrupalı yirmi beş güçlü ulus dünyanın yüzde 84’nü kontrolleri altına alıyorlar. Kendilerini dünyanın efendisi olarak ilan ediyorlar. İşgal ettikleri her yerde yer altı ve yer üstü bütün zenginlikleri insan da dahil talan ediyorlar. İnsanlar “derileri yüzülmek için avlanan hayvan sürüleri gibi” avlanarak köleleştiriliyor ve köle ticareti sayesinde yaygın bir şekilde köle emeğini kullanıma sokuyorlar. Yani tarihte kanlı bir dönem olarak yer alan sömürgeleştirme denen olayı başlatmış oluyorlar. Bunun adına da çağdaşlaştırma, medenileştirme, uygarlaştırma diyorlar.
Bu işleri yapanlar tanrının seçkin insanlarıdır; medenidir, çağdaştır, uygardır. İşgal edilen topraklarda yaşayanlar ise, vahşidir, yamyamdır, canavardır; insanlıktan nasibini almamış yaratıklardır. Batı, kendi insanına bu anlayışı sürekli pompalayarak zenginliğine zenginlik, refahına refah katar. Bu bakış tarzı gazetelerde, hikayelerde, romanlarda, şiirlerde, resim tablolarında, tiyatro oyunlarda durmadan işlenir ve anlatılır. Sonrasında insanların büyük çoğunluğu bu söyleme gerçekten inanır olur. Bizde de bunun örneğini Cumhuriyet’in tek parti, tek adam döneminde Dersim Kırımı/ tertelesinde görürüz. “Dersim’e medeniyet götürüyoruz, vahşileri ehlileştiriyoruz” diyerek 40 bin Kızılbaş Kürt Alevi’si katledilir. Bu uygulama o anlayışın ürünüdür.
William Shakespeare’in de Fırtına’yı bu anlayışla kaleme almış olabileceğini düşünüyorum. Eserinde şunları anlatır, kısaca:
Oyunun baş kahramanı Prospero, Milano’nun eski dükü, kendini düşlere ve düşüncelere verip yönetimi kardeşi Antonio’ya bırakır ve sonunda kardeşinin ihanetine uğrar iktidarını ona kaptırır. Küçük kızıyla birlikte bir ıssız adaya sürülür. Burada sihirbazlık gücünü geliştiren Prospero, adanın tek yerlisi, “insan olmanın henüz eşiğindeki” Calibanı ve ormanın hünerli perisi Ariel’i kendine bağlar. Caliban (köle), şekilsiz iğrenç bir vahşidir. Prospero (efendi) ile kızının maddi ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Köleler nasıl silah zoruyla kontrol altında tutuluyorsa, Prospero da onu büyünün zoruyla kontrol altında tutmaktadır. Caliban’a konuşmayı da öğreten Prospero’dur; ama nankördür Caliban, efendisine karşı ayaklanır, tabi başarısız olur. Sonunda Prospero büyücülüğü sayesinde etkisiz hale getirdiği iktidarını gasp edenleri ve Caliban’ı bağışlar, herkes Prospero’nun yüceliğini/efendiliğini kabul eder.
Oyunda Prospero’nun kızıyla birlikte ıssız bir aya sürülmesi söyleminin altında gerçekte olan şey Batılı ülkelerin kıtaları (adayı) işgal etmeleridir. Sömürgeciler kıtalara (adaya) el koyuyor, vahşi Calibanlar köleleştiriliyor ve böylece vahşi köle-medeni efendi ilişkileri başlıyor.
Orhan Koçak yukarda bahsini ettiğim kitabında Caliban’ı merkeze alarak düşünce olarak zıt kutuplarda bulunan Atatürkçü Nurullah Ataç ile muhafazakâr Cemil Meriç üzerinden aydınların konumlanışını tartışmaktadır.
“Tartışacağım edebi olgu şuradan başlıyor: Nurullah Ataç da Cemil Meriç de Shakespeare’in Fırtına’sının önemli kişilerinden biri olan Caliban’a ilgi duymuş, bu figürü daha genel bir sorunun simgesi ya da temsilcisi olarak kullanmışlardır ve Caliban yorumları arasında ilk bakışta tuhaf görünebilecek bir benzerlik vardır. Birbirinin kutupsal karşıtı gibi durur bu iki denemeci. Bir dönemin ideolojik kamplaşmasının iki tarafında, birbirilerinin jestlerini yansılar gibidir.” (s.12)
Yani, Ataç ve Meriç her ikisi de sömürgecilik/ kolonyalizm olayını es geçiyor.
“Bütün bu psikoloji ve ideoloji farklılığına karşın, Shakespeare’in Fırtına’sına bakarken iki yazarın aynı noktada buluştuğu, aynı noktada körleştiği görülür: Caliban figürünün kaynağında, Avrupalı istilacılar tarafından köleleştirilen Yeni Dünya yerlisinin olabileceğini hiç düşünmemişlerdir. Prospero ile Caliban'ın ilişkisi, iki ayrı kültürün çatışması değil, tek bir evrensel kültürün kendi içindeki çekişmedir onlara göre: Ataç için ayaktakımıyla aydınlar arasındaki, Meriç içinse burjuvaziyle soylular arasındaki karşıtlık. İkisi de Avrupa tarihinden türetilmiş bir evrenselci paradigmanın sınırları içindedir Caliban’a bakarken.” (s.13)
Ve, “Batıcı Ataç da Doğucu Meriç de Fırtına’da kolonyalizm tarihiyle herhangi bir ilişki olabileceğini düşünmemiştir. Caliban her ikisi için de evrensel ayaktakımıdır.” (s.14)
Sonuç: Batı’nın kavramlarını Batılıların kullandığı anlamda kullanırsak onlar gibi düşünür, onlar gibi hareket ederiz. Buna biraz da zorunluyuz hem aldığımız eğitim nedeniyle hem de tembelliğimizden kendimiz yeni düşünce ve kavramlar üretemediğimiz için. Erken kalkan yol alır misali yeni düşünce ve kavramları üretenler; bilim, teknoloji, savaş ve sanatta gelişir ve eylemlerini de amaçları doğrultusunda bir bir gerçekleştirir. Bizler de arkadan onları ya izler ya da taklit ederiz!
(1) William Shakespeare, Fırtına, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2007.
(2) Orhan Koçak’ın Ataç, Meriç, Caliban, Bandung. Zoomkitap, İstanbul, 2018.
(3) William Knoke, Cesur Yeni Dünya, Çev. Zülfü Dicleli, Türk Henkel Dergisi Yayınları, İstanbul, 1997.
NOT:
Hiç beklenmedik bir anda peydahlanan zorlu bir hastalık nedeniyle hastanende tedavi gören barış elçisi güzel insan Sırrı Süreyya Önder’e acil şifa diliyorum.
Diren sevgili kardeşim, kalbin sana değil sen kalbine hüküm et. Tarihî görev seni bekliyor. Herkes seni bekliyor. Uyan. Amed semalarında halaylarla barış güvercinlerini uçuracağız.
Kalbimi sevgi dolu kalbinin yanına koyuyor, müjdeli haberlerini umutla bekliyoruz.